26 Haziran 2014 Perşembe

GO! Ekolojik Diktatörlük

GO! Ekolojik Diktatörlük

Dirk C. Flack

 

 

Bir tavsiye üzerine aldığım ama oldukça memnun kaldığım distopya ve bilimkurgu karışımı, 1994'te Almanyada yılın bilimkurgu kitabı ödülünü almış bir kitap. Diktatörlüğün her ortamda ortaya çıkabileceğini anlatıyor. Post apokaliptik bir evrende geçiyor ki çalışma kampları ve şehir kampları bölümleri oldukça sürükleyiciydi. Distopya severlerin okumasını tavsiye eder, bu kitabı okumama vesile olan biravucgokyuzu'nede teşekkürlerimi sunarım.

Kitaba gelecek olursak. Dünyada nükleer kazaların ve ekolojik kirlenmenin önlenemez boyutlara gelmesi sonucunda gezegenimiz bir çöküş dönemine geçiyor. Buna engel olmak isteyen bir grup çevreci (ki bunlar gizliden gizliye oldukça büyümüş ve nükleer santraller ile doğaya zarar veren fabrikalara saldırılar düzenleyip bunların işlevlerini duraklatmaya çalışıyor) bir devrim yaparak kapitalist düzeni çökertmek için ciddi bir darbe girişiminde bulunmuşlardır. Bu darbe sonucu büyük kayıplar verilmesine rağmen kapitalizm çökertilip yerine GO! devletlerini kuruyorlar. GO! devletlerinde para, mülk edinme, inşaat, silahlanma, doğaya zarar verme, et yemen, hayvanlara zarar verme ve ağaç kesme kesinlikle yasak ve suçu ölüm. Devlet dediğime bakmayın siz. Diktatörlüğün ekoloji maskesi giymişinden hallicedir durumları. Silahlanma yasak olmasına rağmen devletin kolluk güçleri sözde dünyayı koruma adı altında kitlesel insan kıyımları yapmaya devam ediyor.
Halklar bellli başlı bölgelerde yaşamını sürdürüyor. Suçlu veya hastalıklı olmayan bireyler devletin belirlediği konutlarda yaşamını sürdürürken bir de arındırma kolonileri denilen tamamen yeni nesil doğayla barışık bir kitle yetiştirilen bölgelerde mevcut. Suçlu ve hastalar ise riskli bölge denilen harap olmuş şehirlerde tecrit edilmiş bölgelerde tutuluyor. Suç işleyenler çalışma kampına veya şehir kampına gönderiliyor. Çalışma kampları şehirin kanalizasyon, nükleer ve radioaktif atık arındırma temizleme bölgelerinde çalıştırılmak üzere bir araya getirilen suçluların çalıştığı bir birim. Şehir kampları ise tamamen ölüm ve hastalık yuvası olup kendi başlarının çaresine bakmaları için terkedilmiş insanların bulunduğu bölgelerdir.

Buraya kadar kitaptaki atmosfer hakkında bilgiler sundum burdan sonrasını okurlara bırakmayı tercih ediyorum. Umarım okurken iyi vakit geçirirsiniz.
Ek not: Kitabın fiyatı 3 tl olup sayfa sayısı 255'tir, almak isteyenler kitapyurduna bakabilir stokta vardı.

20 Mayıs 2012 Pazar


“SON DEM”

                Gelişen teknolojiyle sayıları gittikçe azalan zanaatkârlar artık son demlerini vermeye başladılar.

Kayseri’nin dar sokakları arasında küçük bir dükkân… Dükkânda orta yaşlarda, uzun-ince bir adam… Elinde çekiç tüm gücüyle indirip kaldırıyor ritmik bir şekilde. Tıpkı bir virtüözün piyanonun tuşlarına ahenkle basması gibi kaptırmış kendini çekicin ahengine. Sonra bir elinde ayakkabı bir elinde iğne başlıyor dikmeye.


Dükkândan içeri girince tozlu ve loş bir ortam selamlıyor beni. Numan usta makinenin arkasında elinde yolların eskittiği bir ayakkabı, büyük bir dikkatle kendini işine vermiş. Kafasını kaldırıp selamlıyor beni sonra yine aynı dikkatle sanatına devam ediyor. Başta çok çekingen tavırlar sergilese de içinde birikenleri anlatmak, anılarını paylaşmak istediği her halinden anlaşılıyor. Ve başlıyor Numan Usta kendi hikâyesini anlatmaya.

Ne zaman başladın diye soruyorum ustaya “anamdan doğduğumdan beri” diye karşılık veriyor. Dertli, Numan Usta... Sonra her esnaf gibi oda başlıyor maddi sıkıntılardan. “Piyasayı Çin ele geçirdi artık her taraf adi ayakkabı dolu. Kullan at. Kimse tamiri düşünmüyor. Ucuz diye gidip yenisini alıyor. Ucuz olmasına ucuzda sağlıksız. Benim babam tahta çiviyle ayakkabı tamir ederdi. Niye çünkü sağlık daha önemli derdi.”  ( Tahta çivinin sırrı vücuttaki elektriği atmasıymış. Bunu da öğrenmiş olduk usta sayesinde. ) “Deden kalma meslek olduğundan artık kemikleşmiş müşterilerimiz var. Onlar sayesinde geçimimi rahat bir şekilde sağlıyorum.” Her şeye rağmen Usta işimi seviyorum diyor. Numan Usta 32 yaşında ama yüzünde öyle bir dirilik var ki bakınca insanın kendi haline acıyası geliyor. Sırrı ne usta diyorum “işini seveceksin” diye karşılık veriyor. “Al-sat para kazan yap-sat zarar et” diyor usta ve sonra devam ediyor ”El emeği zevk işidir para işi değil. Parayı düşüneceksen ticaret yap.”

                 Numan Usta elinde başka bir çift ayakkabı bir yandan tamir ediyor bir yandan da anlatmaya devam ediyor neşeli neşeli. “Bir gün bir TV kanalından geldiler ekonomik krizle ilgili röportaj yaptık. Bana ekonomik kriz en çok kime yaradı diye sordular bende tabi ki ayakkabıcılara dedim. Niye diye sordular ben de dedim ki; e millette para az ayakkabı almak yerine eskisini tamir ettirmek daha karlı geliyor da onda.” Tam bu sırada içeri bir müşteri giriyor elinde bir poşet, poşetin içinde ise tamir edilmeyi bekleyen bir çift ayakkabı. Müşteri buranın gediklisi, ayakkabıda daha önce ustanın elinden defalarca geçmiş. Usta onu da alıp diğerlerinin yanına bırakıyor. Tıpkı bir hasta gibi onlarda şifalarını bekliyor ustadan.

                Usta’da anı çok başlıyor bir başkasını anlatmaya hazır ortamda oluşmuşken. Yine her zamanki neşesiyle dökülüyor ağzından ballar. “Bir gün Kan Bankasından geldiler kan almak için. Dediler ki sizin meslektekiler de it hastalığı var seninde kanını alacağız tahlil için. Sonradan öğrendim ki bu hastalık ineklerde çıkarmış. Lan biz hayvan mıyız diye düşündüm meğer adamların kana ihtiyacı varmış.” Uzun gülüşmelerin ardında Numan Usta geçiyor makinenin önüne. Basıyor düğmeye. Kulaklar inleten bir sesle veriyor kendini işine. Usta pür dikkat sanatını icra ediyor.

                Gülen gözlerin ardında birde keder var. Yılların getirdiği yorgunluk belirginleşiyor günün ilerleyen saatlerinde. Ustaya çıraklık dönemini soruyorum cevap kısa ve öz “bizim çıraklığımız olmaz bu meslek atadan gelir”
                Veresiye… Esnafların korkulu rüyası… Numan Usta anlatıyor “adım veresiye soyadım peşinatsız. Fakir fukara çok o nedenle veresiye yapmam şart.”


                Vakit artık geç. Ustada günün işlerini bitirmek üzere… Son demi vuruyor. “Oğlumun benim mesleğimi devam ettirmesini istemiyorum. Zor meslek zaten parası da yok sevgiyle yapmayınca da işinin geleceği yok. Bu meslek benimle biter.”

Güneşin altında bir “Diyar

            Bir şehir düşünün ki güneşin altına inşa edilmiş bir kale gibi. Sıcak mı sıcak öyle ki yolda yürürken bir buz parçası gibi eridiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Ama o kalenin içine girdiğinizde ise tüm sıkıntılar kendini hayranlığa bırakır. Tarihin tozlu kalıntıları arasında seyre dalıyorsunuz. İşte şehr-i Diyarbakır…

Güneydoğunun merkezinde yer alan bu güzide şehrimiz bir inci tanesi gibi midyenin içine saklanmış vaziyette gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Eğer ki Elazığ üzerinden gelme kısmetine erişirseniz birde Hazar gölünün o muhteşem manzarası selamlıyor sizi yol boyunca. Tarihi yapıtlar içinde yükselen binalarıyla çok farklı iki kültürü birden içinde yaşatıyor. Gezilecek o kadar çok yer var ki insanın aklı karışıyor nerden başlasam diye. Bir girdiğiniz yerden bir daha çıkmak istemiyorsunuz ama içinizdeki açlıkta dinmiyor bir türlü. Sürekli yeni yerler peşinde ama gözünüz hep arkada kalarak devam ediyorsunuz yola.

Sur deyince akla iki yer gelir. Biri Çin diğeri Diyarbakır... Onu Çin’den ayıran en önemli özelliği ise büyük ve yüksek burçlarıdır. Diyarbakır surlarını incelerken dikkatinizi bir şey çekiyor. Burçların üzerinde çok farklı kültürlere ait olduğu belli olan motifler. Her medeniyet kendince bir iz bırakmış bu surlara. Surların tepesine çıkınca muazzam bir manzara açmış kollarını kucaklamaya hazırlanıyor sizi. Dikkatle bakınca ise bir şey göze çarpıyor. Arkanızı dönüyorsunuz ve işte efsaneleriyle, tarihi yapılarıyla, kültürüyle geçmişin Diyarbakır’ı. Önünüze bakınca ise bu kez modern yapısıyla her geçen gün gelişen ve gelişmekte olan Diyarbakır.

Şehir hala tarihi dönemlerden kalmış gibi. Her adımda bir eser, bir tarih, bir kültür var. Şehir buram buram tarih kokuyor. Anlatılacak, gezilecek, görülecek o kadar çok şey var ki bu şehirde.

Bir camisi var şehrin adı Ulu Cami. Ama Anadolu’da ki diğer Ulu Cami’lerden çok farklı. Bir kiliseymiş önceleri. O zaman ki adı Martoma Kilisesiymiş. Anadolu’nun en eski camisi olma özelliğinde yanında taşıyor. İslam âleminin 5. ı Harem-i Şerifi olarak kabul görmektedir. Tıpkı evler gibi camide serinlikler içinde. Dışarı bakınca insanın içerden çıkası gelmiyor. Camiyi biraz geziyorum ve içinde bir güneş saati gözüme çarpıyor. Şehrin camiside değişik kültürlerden nasibini almış. Dev minaresi, geniş bahçesi büyük şadırvanlarıyla görülmesi gereken bir tarih yuvası gibi…

Sur içinin arka kesimlerine doğru yola devam ediyorum. Anlımda terler yağmur damlası gibi dökülüyor yere. Su içmek için bir yerler aramaya başlıyorum ama ayaklarda derman kalmadı sıcaktan. Sanki tabanlarım asfalta yapışmış gibi. İleride bir grup insan oturmuş bir şeyler yiyor bende yaklaşıyorum onlara. Çemberin tam ortasında dev gibi bir karpuz… Ortadan ikiye bölünmüş bir parçası dilim dilim doğranmış tepsinin içinde. Büyüleyici kokular yayıyor etrafına. Yeşil kabuğunun içinde bir yakut misali kıpkırmızı… O leziz tadına bir bakınca ne susuzluk ne yorgunluk kalıyor bedende.

Atatürk’ün bir evi varmış bu şehirde. Bulunduğu yer Gazi Köşkü olarak adlandırılıyor. Rota belli; başlıyor yazın kavurucu sıcağı altında yolculuk. Köşke ulaşıyoruz ve gözler büyük bir hayranlıkla açılıyor. Yemyeşil bir ova. Her taraf bin bir renk ve kokuda çiçeklerle dolu. Köşk değil saray. Cennet bahçesinden kopmuş bir toprak parçası sanki. Doğa tüm güzelliğiyle gözler önüne sermiş kendini. Seyrine doyum olmayacak bir yer. Şehrin kavurucu sıcaklığı burada yerini ılık bir serinliğe bırakmış. Kuşlar ve böcekler çiçeklerin büyüsüne kaptırmış kendini. Gazi’nin evi hala eski temizliği ve sağlamlığıyla, bütün ihtişamını sergiliyor ziyaretçilere. Burası yarı müze yarı park alanı olarak kullanılıyor. Bir ağaç dibine gidip bu serinliğin keyfini o muhteşem manzara eşliğinde çıkarmak istiyor insan.

Tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla, insanlarıyla gerçekten görülmeye değer bir şehir burası. Yeşiliyle, kahverengisiyle, sarısıyla işte Dicle ve Fırat’ın asi çocuğu Diyarbakır…